2012 Yazı Sımsıcaktı - 2

Bu günlerde deniz beni pek çağırır oldu. Öyle ki hafta içi saatleri sayıyorum cuma olsun gideyim diye. Bazen düşünüyorum sakın bu gizli emekli olma, artık hayatımı sadece kendi istediğim gibi yaşabilme isteğimin dışa vurumu olmasın diye. Ya da kızlarıma olan özlemim sadece denizde hafifliyor, ondan mı acaba?
Bu sefer cuma öğleden sonra yine annemin ‘çok uzak, ben yaşlandım, genç kız gibi beni heryere sürüklüyorsun’ sızlanmaları ile yola çıktık. Bu sızlanmalara aldırmıyorum çünkü onu götürmeyince bu sefer çok üzülüyor ve o da Saroz’a ayak basınca çok mutlu oluyor. Artık eskisi gibi denize giremese de ayağını bile denize sokabilmek ona çok iyi geliyor. Çünkü o aslında hep boğazda yüzmüş, boğazı defalarca geçmiş bir deniz kızı.

Önce hemen denize koşuyoruz, hava ve deniz beklemediğimiz kadar soğuk , ama yine muhteşem. Saroz’un denizi hiç belli olmuyor, mevcut akıntılar ve rüzgarın değişimiyle su sıcaklığı da sürekli değişiyor, yazın ortasında bir bakıyorsunuz buz gibi bir denizle karşılaşıyorsunuz, sonra ekimde bir gün geliyorsunuz deniz sıcacık olmuş. Hep sürprizlerle dolu, denizin dibi de öyle, burada hala hayat var, midyeler, balıklar, ahtopotlar hala neslini tüketememişiz. Ege ve Akdeniz kıyılarında hayat yok artık, çıktığım mavi yolculuklarda deniz gözlüğümle gezmek artık hiç zevk vermiyor çünkü tek bir canlıyla karşılaşamıyorum.

Denizden dönerken Mecidiye köylülerinden alışveriş yapıyoruz, tabi Muradiye’nin yumurta ve reçelleri, balıkçı Metin’in balıklarını soruşturmadan olmaz. Muradiye yeni toplamış böğürtlenleri ve hafta sonu geliriz diye iki kavanoz inanılmaz derecede nefis reçellerinden bizim için yapıvermiş. Bir gün buralara yerleşirsem Muradiye ile reçel işi yapacağım, ben de reçel yapmaya bayılırım ama ben marmelatta ustayım, Muradiye taneli reçelde. Metin’ le sabahın erken saatlerinde telefonlaşmıştık, sabah çıkan lüferlerden bana ayırmıştı zaten. Doktorlar çok kazanıyor düşüncesi hala hakim olduğu için biraz pahalıca satıyor üç tane kofanayı ama olsun değer doğrusu. Kural olarak köylülerle hiç pazarlık yapmam, ne isteseler hakları, alın terinin parayla karşılığı yok. Zaten onlar yurdun gerçek efendileri!

Eve geliyoruz nihayet, içimde yine bir yazma isteği. Annemi salona oturtup televizyonu açıyorum, her seferinde acaba hala çalışıyor mu diye panik yaşıyor. Masada geçen haftadan kaldırmayı unuttuğum kurşun kalem, yandaşları ve de bloknot aynen duruyor. Sadece çalışkan bir tahta kurdu tavan tahtalarını oyarken üstlerine ince zarif talaş yağdırmış, bana tepelere yağan karı hatırlatıyor. İşler bitince malzemeleri yerinde olduğu gibi bırakıp gitme, arkayı toplamama eylemsizliğine çok kızarım, hayret ben de yapmışım bu sefer. Aklıma küçük kızım Ecem geliyor. O yapsaydı yazık şimdi bir dolu fırça yemişti benden ‘aslan yatağından belli olur, dağınıklığını topla, bu dağınıklık sana negatif enerji verir...’ diye giden bir dizi azar işitirdi. Bu konuda çok sabıkalı olduğu için affa uğramazdı kolay kolay. Benim minik güzel kızım hep çok farklıydı. Nazlıcığım narin, uyumlu, uslu ve çok zor yiyen bir çocuktu. Onunla ev çok sakindi, sadece yemek saatleri biraz huzursuzluk olurdu çünkü hiç yemezdi ve her genç anne gibi ben de telaşlanırdım büyüyemeyecek diye. Ecem’in aramıza katılmasıyla evin enerjisi birden tavana vurdu. Ecoşumun sesi başından beri çok yüksekti. İstediği şeyi elde edinceye kadar savaşır ve genelde de kazanırdı. Yemek yemesi bile farklıydı, beğendiği yemekleri yerken kaşıkla uğraşmaz doğrudan eliyle yerdi. Ablasını çok güldürürdü. Büyük kızımın düzenli, zarif ve bilge duruşu ile, küçük kızımın yüksek enerjisi, çevresini hemen etkisi altına alıp sürükleyen havası, rahat ve soğukkanlı duruşu mükemmel bir ikili yarattı. İki kardeş birbirlerini çok tamamladılar. İlk defa Nazlı’nın yurt dışına okumaya gitmesiyle ayrıldılar. Dört yıl ayrılıktan sonra bu yıl tekrar bir araya geldiler şükür, muhteşem ikilinin dönüşü! Bu yaza anlam katan önemli olaylardan biri de kızlarımın tekrar bir araya gelmeleri oldu. Ecem ablasının yanına gidebilmeyi garantilemek için özellikle son aylarda canla başla çalıştı. Onun kararlılığına ve isteklerinin peşinden azimle koşmasına çok alışıktım, ama bu sefer başkaydı, ölüm kalım meselesi yaptı bunu. Ders çalışmak çok bayılmadığı bir eylem olmasına rağmen duvarlarını planlarla kuşatıp onlara sadık kalarak çalışmak için üstün bir çaba gösterdi. Ecemin belki de onu ablasından ayıran çok önemli bir özelliği de sevmediği şeyleri çok zor yapması ve istemediği halde neden yapması gerektiğini bir türlü kafasına oturtamamasıydı, ablası ise yapılması gerekiyorsa sorun çıkarmadan yapardı . Ecem bu sefer hiç mantık sorgulamadı ve bodozlama konuya daldı. Tabi mantığına oturtamadığı için zaman zaman aksamalar oldu.

O gittikten sonra her zaman ki gibi toplamadığı eşyalarını toplamak bana kalmıştı, bu döküntü yığını arasında açılmış süslü iki zarfla karşılaştım. Üstlerinde “Ecem’ e” yazıyordu. Kızlarıma ait mesajlari, notlari hiç okumayı sevmem,onlar onların özelidir, fakat bunları bırakıp gittiğine göre özel değildir diye düşünüp merakla okumaya başladım. İşte Ecem dedim, yine farkını yaratmış. Mektuplardan birini iki yıl önce, birini de bir yıl önce bugünkü Ecem’e yazmış. Şu anda okuduğu okula girebilmek ve şimdiki Ecem’e bu mutluluğu tattırabilmek için o günkü Ecem’in nasıl çalıştığını ve nelerden fedakarlık ettiğini yazmış. Şimdi ki Ecem’e ‘Nasıl? Hayatından memnun musun? Bu an için çok hazırlandım, sıra sende hadi bakalım’ gibi motive edici sözlerden sonra minnet duyması için de sözler sarf etmiş. Böyle bir kurgu ve düşünce ancak benim minik ama kocaman kızımın olabilirdi zaten dedim kendi kendime. Şimdiki Ecem onları ne zaman açıp okudu acaba? İstediği okula kabul geldiği an mı yoksa kabul gelmediğine kanaat getirdiği bekleme saatlerinde mi?

O gün kabus gibi başlamıştı. Sabahtan beri bilgisayarda uğraşmış ancak bağlantı kuramamıştı, okulun sitesine girilemiyordu. Bu arada bizim baskımızla başvurduğu ablasının okulundan da beklemede cevabı gelmişti. Elinde sadece iyi olmakla beraber çok da istemediği okulların kabulu kalmıştı. O bu okullar için hazırlanmamıştı ki, bütün beklentisi istediği okula girmekti ve gireceğine de çok inanmıştı. Hüngür hüngür ağlıyordu, ‘orası red, burada bağlantı yok, hem bu iki okul aynı değerde ,orası redse kesin burası da red’ diye. Ayrıca tüm arkadaşlarının sonucu belli olmuştu, onlar bağlanabilmiş ama kendisi neden bağlanamıyordu? Ağladığını bana belli etmiyordu ama ben ablasından naklen alıyordum haberleri. Ecem beklemeler arasında kendine ‘daha çok çalışmalıydın, olmadı işte, sana şunu da yap bunu da yap demiştim’ diye uzun bir mektup bile yazmış ve bu yenilgisini dağınıklığına, sosyal medya ve arkadaşlarıyla gereğinden çok vakit geçirmiş olmasına ve benim uyarılarıma kulak asmamasına bağlamış ve bundan sonra değişeceğine yemin etmişti.

Öğleye doğru onu aradım, işlerimin arasında ona biraz moral vermek istedim, ‘sen çok değerlisin, süpersin, her şerde bir hayır vardır ‘ gibi basmakalıp laflar ettim. Aslında ben de çok üzülmüştüm. Fallara pek inanmam fakat kuzenimkiler hep isabet eder, altıncı hisleri var herhalde. O bir yıldır ‘Ecem istediği okula girecek, onu okulun koridorunda gördüm’ deyip duruyordu. Geçen yıl yöneticilik yaptığı banka onu Ecem’in müstakbel okuluna eğitime yollamıştı, ve o da ansızın Ecem’i koridorda yürürken görmüştü. Hatta beni aramiş ve ‘Ecem bu okula girecek merak etme’ demişti. Onu bu sabah aradığımda yine çok emin bir tavırla ‘olacak merak etme sakin ol’ diye beni teskin etmeye çalışmıştı. Nesliş’in bu sözleri sabahtan beri kulak çınlamalarımın arasında gidip geliyordu. Acaba mı diye ufak bir umudu hiç kaybetmeden beklemeyi sürdürdüm.

Nihayet öğleden sonra Ecem aradı beni, telefonda ismini görünce açmak istemedim bir an, kötü haberi duymak istemiyordum ama kaçamazdım da ve açtım. Ecem ağlamaktan konuşamıyor, hiç bir şey anlayamıyorum, kulak çınlamalarım giderek artıyor , gözümden süzülen yaşlara koridorda bekleyen hastalar hayretle bakıyorlar. Bir kaçı ‘ hocam iyi misiniz’ diye soruyor. Burada değilim sanki , sonunda nihayet kulaklarımda iki kelime net olarak çınlıyor ‘kazandım anne!’ Sonrasında kendimi odamda kahkahalarla ağlarken buluyorum, oraya nasıl geldim, o bölüm yok. Eğer bu okul olmasaydı Ecem’in hayal kırıklığından ve yaşama olan bağının zayıflayabileceğinden o kadar korkmuştum ki! O hep savaşmış ve istediğini almıştı. İlk yenilgisi bu kadar ağır olmamalıydı. Tanrıya şükür olmadı da. Bir anne olarak okulu kazanmasına değil, hayal kırıklığı ve inançsızlık yaşamayacağına ve yoluna aynı hızla belki de daha da hızlı devam edeceğine çok sevinmiştim, kahkahalarla ağlamam bundandı.

Annem uyandı ‘sen git yüz istersen ben gelmek istemiyorum’ diye yan çiziyor. Olmaz dedim ben sabah çoktan yüzüp geldim, kahvaltıdan sonra birlikte gideceğiz, daha yat istersen ben yazı yazıyorum. Tembelliğe devam, denize inme eğlemini ne kadar geciktirse kar.
Bahçeden topladığım taze naneyle yaptığım çayımdan bir bardak daha koydum kendime, nasıl da nane nane kokuyor. Burada herşey gerçek organik, tatlar nefis, güçlü, renkler de öyle. Burası o kadar doğal ki saç taramak, yüz yıkamak bile yok burada, yüzümü denizde yıkıyorum, asla duş almıyorum, zaten sıcak su sistemi geçen yıldan beri bozuk, aşırı kireçli su bozdu. Buradaki köy hayatını ve doğallığı çok seviyorum, Ecem’ de öyle, ama narin büyük kızım çok hoşlanmıyor, o daha çok şehir kızı. Bazı özellikler gerçekten genlerle geliyor, bu konularda Nazlı tıpkı annem hayret. Annem küçükken ona çok baktı ondan mı acaba? Ecem’in ilk yılları Lüleburgaz’da çok tatlı bir çingene olan Neşe ile geçti. Önemli farkları karakterlerinin yanı sıra biraz da bundan herhalde, biri annem ile yakındı diğeri neşeli bir çingene ile. Çocuklarım büyürken bir dolu bakıcı ile karşılaştım ama Neşe gibisi hiç gelmedi bir daha. Ecem’i kalçasına oturtur neşeli türküler söyleyerek onun sebze çorbasını pişirir sonra da güle oynaya yedirirdi. O dönemde Nazlı’da Neşe’nin neşesinden etkilenmiş ve iştahı açılmıştı.

Aslında bu masaya Ecem’in mezuniyetini yazmak amacıyla oturmuştum, nerelere gittim böyle? Belki biraz da Nazlı’nın mezuniyetinin muhteşemliği ve Ecem’in istediği okulu kazanması ve yeni okulunun olağanüstülüğü Ecem’in mezuniyetini gölgede bıraktığı için bir türlü konuya gelemedim.
Ecem’in mezuniyet hazırlıklarına ikbaharla beraber başladık, kırk gün kırk gece... misali. Nazlı’nın mezuniyet tuvaletini ben dikmiştim, kızıma çok güzel bir armağan vermek istiyordum, parayla alınamayacak. Mezuniyeti için istediği elbiseyi bulamayınca en güzel armağanın ona istediği elbiseyi dikmek olacağına karar vermiştim. Tabi bunun bir gelenek haline geleceği ve Ecem’e de dikmem gerekeceği o an aklıma gelmemişti. ‘Ben bir kadın cerrahım ve insan dikiyorum ne var bir tuvalet mi dikemiyeceğim’ diye başaldığım dikiş maceram o kadar kolay geçmemişti çünkü. Doğrusu ameliyat yapmak daha kolaymış diye düşünmüştüm sonunda. Normal kıyafetler dikerdim ama tuvalet hele ki Marchesa’nın iddialı bir tuvaletini dikmeye soyunmanın ne kadar hata olduğunu dikerken anladım, tuvalet sonunda bitti Nazlı’ya da çok yakıştı ama ben de çok zorlandım ne yalan söyleyeyim. Şimdi sıra Ecem’deydi. Bu sefer daha kolay bir model bulmalıyız diye düşündüm. Birlikte Ellie Saab’ın dikimi nispeten kolay ancak üstü sırf boncuk işlemeli bir tuvaletini beğendik. Tüm malzemeler alındı, patronlar çıkarıldı. Bu seferde hiç kolay olmadı. Boncukları işlerken yine ameliyat yapmak bundan kolay diye düşündüm hep. Sonunda elbise şükür bitti. Bu sefer kızlarımın ikisini de özellikle boncuk işinde çok çalıştırdım. Artık eskisi kadar sıkıntıya gelemiyorum.

Nihayet mezuniyet günü geldi, önce okulun konferans salonunda toplandık, uzun sıkıcı konusmalar oldu, sonra tek tek diplomalar verildi, bir kaç ödül onu takip etti. Ardından bahçeye kokteyle geçtik. Çocuklar çok mutluydu, önemli olan da buydu zaten. Küçük kızım hem mezun olmanın hem de istediği üniversiteye girmiş olmanın gururuyla ordan oraya neşe içinde koşuşuyor, arkadaşlarıyla şen kahkahalar atıyorlardı. Gençlik ne güzel, tadını çıkarmak lazım, bir daha geri gelmiyor.
Hislerim mezuniyet töreninde de değişmedi. Küçük kızımın yeni okulu ve başarısı mezuniyetini gölgelemişti, bende fazla bir etki yaratamıyordu maalesef. Birkaç gün sonra da Çırağan’da mezuniyet balosu oldu. Mezuniyet balolarını Çırağan’da yapmak özentisi ve durumu iyi olmayan çocukların velilerinin bu fiyatları ödeyemeyip katılamamaları da bana hep yersiz bir uygulama olarak gelmiştir. Mekanın bu kadar bol olduğu bir şehirde neden en pahalısı? Boğazdaki tek yer olsa anlayacağım.
Sürpriz bir şekilde ablam da yani kızlarımın biricik teteleri de mezuniyet balosuna son anda katılma kararı vermiş ve Kapalıçarşı’dan dönerken bir dükkana uğrayıp kendine Çırağan’da giyebileceği bir elbise ve ayakkabı almıştı. Çanta almayı akıl edemediği için sırtında kalan spor çantası şıklığını biraz gölgelemişti. Çantasının içinde Kapalıçarşı’dan aldığı değerli şeyler olduğu için arabada bırakmayı göze alamadı ve bütün akşam bir yandan yeğenleriyle sohbet ederken bir yandan da çantasını gözledi. Küçük kızım ablama da çok benziyor aslında . Son anda da olsa şartları zorlayıp istediğini yapmak - Ecem de yine istediğini yaptırmıştı. Mezuniyet balolarından pek hoşlanmayan babasının mezuniyetine gelmesi ve ilk dansı babasıyla yapabilmesi için aylarca mücadele etmiş ve sonunda getirtmişti. İlk dansı babasıyla etti, elbisesi, saçı herşey, ona çok yakışmıştı. Gerçek bir prenses gibi olmuştu, bir tacı eksikti. Sevgili arkadaşı Elif babasıyla, kendi de kendi babasıyla dans ederken birlikte çektirdikleri kızlar ve babaları fotoğrafını uzun zaman facebook profilinden indirmedi. Zaferinin kanıtıydı o fotoğraf.
Mezuniyet balosu çok güzel geçti. Kızlar ve delikanlılar o kadar güzel ve ışıl ışıldılar ki. Bütün gece dans ettiler, bize dans gösterileri yaptılar. Yapımcılığını Ceylan ve küçük kızımın üstlendiği videoyu barkovizyondan izlerken hepimizin kah ağlamaktan kah gülmekten gözleri yaşardı. Kısa film dört yıllık öğretim hayatlarının bir özetiydi. Çok içten ve çok anlamlı bir film olmuştu.

Miniminnacık Ecemim de yuvadan uçuyordu artık. Bu balo bunun son göstergesi oldu. Temmuz sonunda ilk işine başlamak üzere Nazlı Newyork’a dönünceye kadar çok güzel bir yaz geçirdik. Kızlar çoğunlukla teteleriyle Alaçatı’da kaldılar, ben de işlerimden fırsat buldukça onlara katıldım. Sonra istanbul’da devam etti aşkımız. Derken Ağustos ortasında Ecem de gitti. Ecem’i yeni okuluna yerleştirmeye götürmedim. Ablasının mezuniyetinde okulunu gezmiş ve oryantasyona katılmıştık. Şimdi ablası da oradaydı, üstelik kocaman bir genç kız olmuştu. Kendisi yerleşme işini halledebilirdi.

Akşamüstü onu Atatürk Havaalanından yolcu ettim. İşte yalnızlık hoşgelmişti nihayet! Arabama bindim, arabam beni eskiden yaşadığımız ve çocuklarımı büyüttüğüm Alkent’e doğru yönlendirdi, içimde eskiye bir özlem doğdu birden. Çok sakince süzülen gözyaşlarımın arasından Müge’yi aradım, Cem ağabey ile evdelerdi, beni özlemişlerdi ve ‘bekliyoruz gel hemen’ dediler.

Sevil Öz 13.9.2012 - 09:23