Saat

Saat

Okulun çanı her sabahki gibi tam sekizde çalmaya başladı. Pepa, komşuları olan kirli sakallı , kötü bakışlı adama rastlamadan evden çıkmayı umarak fırladı . Dün de geç kalmıştı, hep o adamın yüzünden, Pepa’yı görünce mutlaka lafa tutardı. Ona geçmiş günlerde çocukların nasıl mutlu olduğundan, insanların özgürce yaşadığından bahsederdi. Bu konular Pepa ‘nın hiç ilgisini çekmezdi, gözünde canlandıramıyordu bundan daha farklı hayatları. Annesi onun zararsız biri olduğunu söylemişti. Rejim değişmeden önce hakimmiş, rejime karşı olduğu için çok çekmiş, işkence görmüş, hapis yatmış, ondan böyle demişti annesi. Olsun yinede 10 yaşındaki bir çocuk için görüntüsü hiç de hoş değildi, sevmiyordu işte o adamı. O adamla aynı katta yaşamaktan da hiç hoşlanmıyordu. Pepa doğmadan çok önce annesi ile babası bahçeli bir evde yaşarlarmış, annesi kalan bir kaç resmi göstermişti Pepa’ya, keşke seni o zamanlar doğursaymışım diye iç geçirirdi zaman zaman, ne bileyim böyle günler geleceğini. Pepa o zaman da gözünde canlandıramazdı, tek bir ailenin kocaman bahçeli bir evde yaşabileceğini, öyle olursa öbür insanlar nerde yaşayacaklardı, sokakta mı? Şimdi bile bu apartmana sığamıyorlardı, herhalde eskiden komşularının bazıları sokakta yada çadırda yaşıyorlardı diye düşünürdü hep, bu konuda kimseye danışmamıştı henüz, nedense bu konuda soru sorma isteği yoktu içinde.

Oturdukları apartman yani bozulmuş malikhanede de tek bir aile yaşarmış. Malikhane çok zengin bir adama aitmiş. Pepa annesine çok zengin ne demek diye sormuştu, annesi de çok parası olan diye yanıtlamıştı. Pepa çok para ne işe yarar diye düşünürdü bazen. Annesi istediğin herşeyi almaya demişti. Pepa nın zaten istediği herşey vardı etrafta, bu nedenle yine anlayamamıştı çok paranın ne işe yaradığını. Makikhanede yaşayan ailenin çok paraları olduğu için ev çok şık ve çok güzelmiş, duvarlarında ve tavanlarında kabartma süsler varmış. Tavanlar iki adam boyu yüksekliğindeymiş. Evde hizmetçiler, aşçılar, bahçıvanlar varmış. Evin sahipleri hiç iş yapmazlarmış, herşeyi hizmetçiler yaparmış. Hem çok sıkıcı hem de ilginç olabilir diye düşünmüştü Pepa. Evde hizmetçiler olsa annesinin, ona ve kızkardeşine ayıracak daha çok vakti olurdu , o kesindi. Yine de aklı pek almamıyordu bu kadar çok oda ve 4 kişilik bir aile. Evde saklambaç felan oynuyorlardı diye düşünürdü.

Annesi bir keresinde eskiden evin sokağa açılan kocaman çok şık oymalı, camlı bir kapısı olduğunu söylemişti. Evde oturanlar o kapıdan girerlermiş, hizmetçiler ise şimdi onların kullandığı arka kapıdan. O zaman Pepa o küçücük aklıyla acaba biz hepimiz hizmetçi mi olduk diye düşünmüştü. Hizmetçi olmak kötü bir şey miydi? Herkes arka yani hizmetçi kapısından girmekle birlikte bu malikhaneden bozma apartmanda çok değişik insanlar oturuyordu. Hepsinin, ailenin büyüklüğüne göre bir yada iki odaları vardı. Her katta tuvalet ve banyo ortaktı. Üst katta üniversitede hoca olan bir doktor , eşi ve kızı otururdu. Onların kapı komşuları inşaatlarda su tesisatı yapan bir adam ve karısı ile yine fabrikada çalışan bir çingene ailesi idi, onlar biraz kalabalıktı. Pepaların katında o korkunç ,annesinin hakim dediği adamla yanlız yaşlı bir kadın vardı. Pepalar şanslıydı katları kalabalık değildi ama işte o korkunç adam herşeyi bozuyordu. Alt katta ise hapisten yeni çıkmış bir adamla babası vardı. Söylentiye göre adam karısını öldürmüştü. Pepa o adamdan da çok korkardı ama neyseki o pek dışarı çıkmazdı. Onların yanında da hastane eczacısı oturuyordu ailesiyle birlikte. Pepa eczacının kızını ne zaman görse nefessiz kalır, kalbine iğneler batardı. Hele bir de onunla konuşmaya kalkarsa Pepa bayılacak gibi hissederdi kendini. Bazen düşünürdü aşk dedikleri bu mu diye. Başka kızları görünce böyle olmazdı hatta biraz efeleşir, duruşunu dikleştirir, erkek olduğunu kanıtlamaya çalışırdı adeta ama Maşa başkaydı. Bazen hafta sonları yani okul kapalıyken onu göremez bu seferde özlerdi, merak ederdi. Kapılarının önünden defalarca geçer şimdi kapı birden açılırsa niye oradan geçtiğini açıklayacak nedenler hazırlardı kafasında. Oysa eczacı ve karısı Pepa’nın bu durumundan çoktan haberdarlardı ve onun kapılarının önünde volta attığını mutfağın araya açılan penceresinden görür çok eğlenirlerdi. Çocuk aşkı bir başka tatlı oluyordu.

Pepaların evi tek odaydı, tavanı da yüksek değildi. Pepa sormuştu annesine yüksek tavanlara ne oldu diye, çünkü Pepa’nın kardeşiyle birlikte yattığı yer tek göz odanın yarısını kaplayan bir asma kattı ve bu katta çocuk halleriyle bile ayakta duramıyorlardı, biraz daha büyünce ne olacaktı hiç düşünemiyordu. Belki bir oda daha verirler diye umuyordu . Annesi yüksek tavanlı evlerin zor ısındığını bu yüzden devletin evlerin tavanlarına bölmeler koyarak tavanları alçalttığını söylemişti. Pepa, bizim tavanı açsak diye önermiş, babası her zaman ki sertliği ile düşünme bile demişti, Pepa’da bir daha düşünmemişti.

Odanın bir kenarında annesinin mutfak olarak kullandığı musluklu bir tezgah ve iki göz ocak vardı. Annesi fırında bir şey pişireceği zaman alt kattaki ortak odun ateşiyle çalışan fırını kullanırdı. Gerçi fırında hep bir kuyruk olurdu o yüzden çok sevdiği erikli keki ancak ayda bir veya iki kere yapabilirdi annesi. İşte bir tek o zamanlar, bizimde kendimize ait bir evimiz olsa istediğim kadar ve istediğim zaman erikli kek yiyebilirim diye düşünür ve kendilerine ait bir ev yada en azından bir fırın olmasını çok isterdi. Sonra bu fikrini yine unutur , halinden memnun yaşamını sürdürürdü.

Bugün korkunç adam yoktu şükür, koşarak okula vardı. Okulla evleri arasında kocaman bir göl vardı, sabah sokağa çıkınca o gölü görmek ve içindeki ördeklerin seslerini duymak Pepa’yı çok mutlu ediyordu. Soluk soluğa öğretmenin hemen önünden sınıfa daldı. Yerine oturdu. 5 arkadaşıyla birlikte kocaman uzun bir sırada otruyorlardı. Sınıfları 20 kişiydi. Burası köydeki tek okul ve tek sınıftı. Bu okulu bitirenler en yakındaki şehire gidiyorlardı lise için. Okul otobüsü gelip alırdı büyük çocukları. Lise, köylerine yarım saat mesafedeydi. Pepa bir keresinde babasıyla şehre gitmiş ve okulu görmüştü. Kendi okulu kesinlikle çok daha güzeldi. Hem hala tavanları da yüksekti okulunun, nedense okulun tavanlarını alçaltmamışlardı.

Pepa öğretmenini çok severdi. 50 yaşlarında, annesi öyle söylemişti, hep çiçekli elbise giyen, hep gülen bir kadındı. Pepa’nın çevresinde gülen yüzler çok azdı bu nedenle öğretmeninin bu gülen yüzünü ayrı bir sever ve kendini bu nedenle çok şanslı bulurdu ve tabi ki arkadaşlarını da. Öğretmeni de annesi gibi arada eski günlerden bahseder ama çok kısa tutardı. Hatta farkında olmadan konuya giriyor farkına vardığı anda konuyu kapatıyor gibi bir hali vardı. Anlattıkları ile ilgili soru sormalarına izin vermez hemen derse dönerdi.

Pepa okulunda çok mutluydu, zaman nasıl geçiyor hiç anlamazdı. Bugün de öyle olmuştu. Okulun paydos çanı çalmıştı bile. Okulun tepesindeki bu çan ve altındaki kocaman saat tüm köy için çok önemliydi. Sanki köye ayar verirdi bu saat ve çan. Pepa bu çanla saati çok tılsımlı bulurdu. Saatin kendisi kocamandı ve tavan arasında özel bir bölmedeydi. Okula ilk başladıklarında öğretmenleri okulu gezdirmiş ve hepsini tavan arasındaki bu gizemli odaya götürmüştü. Tavan arası kocaman kalaslardan yapılmıştı. Kalaslardan çıkan nefis odun kokusu tüm tavan arasını kaplamıştı, gizemli bir ormanda gibi hissetmişti Pepa kendini burada. Tavandaki bir kaç küçük pencereden ışık sızıyordu. İçerisi loştu, ışık hüzmelerinde toz parçacıkları dans ediyordu. Çocukların devinimleri arttıkça tozların dansı hızlanıyordu. Sıra arkadaşı Ladislav burası perili masallardaki örümcek ağla kaplanmış tavan aralarını hatırlatıyor demişti. Pepa çok dikkatli baktığı halde hiç örümcek ağı görememişti etrafta. Öğretmen onlara dikkatli olmalarını yerlerdeki kalaslara takılıp düşmemelerini söylemişti. Tavandaki kalasların daha da büyükleri yerlerde vardı, birbirinin içine geçiyor yerde bir ağ oluşturuyorlardı. Pepa , acaba arkadaşım bunları görünce mi örümcek ağını hayal etti diye düşündü. Öğretmenleri bu birbirine sıkıca kenetlenmiş kalasların okulun çatısını tuttuğunu, bu kalaslardan birinin bile yeri değişse çatının çökebileceğini söylemişti. Bunu duyunca tüm çocuklar kalaslara dokunmamak için büyük çaba sarf etmeye başlamışlardı. Öğretmenleri bu durma çok gülmüş, hepsi birlik olsa dahi, bir kalası bile oynatamıyacaklarını, rahat olmalarını söylemişti. Bu kalaslar ancak büyük aletlerle çok güç sarf ederek yerinden oynatılabilir diyerek yüreklerine su serpmişti. Derken ortadaki tahta bölmenin kapısını açtı öğretmenleri. Bu kapı kocaman bir demir anahtarla açılıyordu, zaten kilidi de kocamandı. Kapının ardında Pepa’nın 3 boyu büyüklüğünde tıngır tıngır çalışan kocaman çarkları olan bir dev çıktı karşılarına. Bu devin çarkları dönüyor ve dışardan görünen akreple yelkovanı çeviriyordu. Pepa o zaman bir türlü kavrayamamıştı nasıl çalıştığını. Sonra öğretmenleri onlara daha ayrıntılı çizimlerle anlatmıştı saatin nasıl çalıştığını. Pepa büyülenmişti ve işte o gün saatçi olmaya karar vermişti. Bu karar onu yıllar sonra dünyaca ünlü bir saat markasının sahibi yapacak ve okulunun satılık olduğunu duyunca da soluğu köyünde alacaktı. Okulunun çanının ve saatinin okuldan alınıp kiliseye verildiğini öğrenince, onları kiliseden geri alabilmek için bir servet dökecekti.

Çanın çalmasıyla tüm çocuklar defter kitaplarını toplayıp kendilerini dışarı attılar, nedense paydos olunca hep kendilerini çılgın gibi dışarı atarlardı. Okullarını ve öğretmenlerini çok sevdikleri halde paydos olunca kurulu robotlar gibi kendilerini sokağa atmalarına Pepa bir türlü anlam veremez ama her seferinde arkadaşlarıyla birlikte aynı şeyi yapardı. Sabah ki serinlik kalmamıştı, bahar güneşi insanın içini ısıtıyordu. Okulun bahçesinde nergisler, papatyalar ve adını bilmediği o güzel mor çiçekler açmıştı yine. Bu çiçekler her yıl nisan ayında kendiliğinden açarlardı. Kimse ve hiç bir şey onların açmasına engel olamazdı. Bir keresinde fen bilgisi dersinde bahçenin bir bölümünü çapalayıp maydonoz ve nane ekmişlerdi, çiçekler maydonoz ve nanelerin arasından yine bitmişlerdi. Çiçeklerin açmasıyla birlikte leyleklerde gelmeye başlarlardı. Ortalık şenlenir, ördek sesleri, kuş sesleri ağıllardaki koyunların seslerine karışır bazen de araya leyleklerin takırtısı girerdi. Her yıl bu şenlik kendiliğinden tekrar eder dururdu. Pepa baharı çok seviyordu.

Okulun kapısından koşarak göl kenarına kadar geldi, gölün karşısındaki evlerinin önünde tuhaf bir kalabalık olduğunu gördü. Köyleri aslında çok sakindi, sokakta pek kimseler görünmezdi, bu kalabalık değişik bir şeylerin olduğunu işaret ediyordu. Biraz daha dikkatli bakınca iki polis memurunun da olduğunu fark etti. Hemen kızkardeşi ve annesini düşündü, eve doğru koşmaya başladı. Kalabalığın içine daldı , annesi ve kızkardeşi şükür sağsağlim oradalardı. Komşularıyla birlikte malikhaneden bozma apartmanlarından , sarılı cansız bir bedenin çıkarılışını izliyorlardı. İki üniformalı adam tahta saplı sedyenin üzerinde beyaz kefene sarılmış kocaman bir vucut taşıyorlardı, üst kattaki çingene ile alt kattaki katil adam da onlara yardım ediyordu. Taşıdıkları adamı tozdan rengi belli olmayan cenaze arabasına yerleştirdiler. Araba büyük bir gürültü çıkararak köyden uzaklaştı, birazdan iki polis memuru da arabalarına binip gittiler.

Malikhaneden bozma apartman sakinlerinin asık suratları daha da bir asılmıştı, Pepa bu asık suratların daha da asılabileceğini görünce çok şaşırdı. Demek ki yüz ifadelerini bir sınırı yoktu, üzüntü ve sevinçlerin olduğu gibi. İnsan çok üzülebilirdi ve daha da çok üzülebilir di tıpkı daha da çok sevinebileceği gibi. Herşey bir anda oldu bitti, kalabalık dağılmaya başladı. Biraz sonra hiç bir şey olmamış gibi köy eski sakin haline dönüverdi. Komşuları yaşlı yanlız kadın hala oradaydı ve hala sarsılarak ağlıyordu. Annesi kadını teselli etmek için yanına doğru yürümeye başladı. Pepa ne oldu, kim öldü diye sormadı, tozlu cenaze arabasında giden cansız bedenin korkunç yüzlü hakime ait olduğunu çoktan anlamıştı ve tabiki bu sabah onunla karşılaşmamalarının nedenini de . Hakim, yaşlı yalnız kadının en yakın dostuydu.