Saat 2

Saat II

Uzaktan Für Elise ‘nin melodisi geliyordu, bu parçayı çok seviyordu, ses giderek arttı ve iyice yaklaştı, yarı uykulu güldü, telefonun alarmı çalıyordu. Önemli günlerde hep alarm kurar ama mutlaka alarmdan önce uyanırdı. Bugün uyuya kalmıştı. Bunda giydiği geceliğin kocası üzerinde bıraktığı etkinin de sorumluluğu vardı. Kocasının yattığı tarafa döndü, kocası yoktu. Gecenin ortasında bile kocasının kalktığını hisseder yada duyardı, nasıl hiç bir şey duymamış ve hissetmemişti , hem de bu kadar önemli bir günde. Kocasının olmadığını farkedince gitmiş olabilir mi diye düşündü ve bu düşünceyle birlikte tüm vücudundan bir akımın geçtiğini hissetti, dili uyuşmaya başladı.

-Hayatım kahvaltıya oturuyorum , nerelerdesin?

Aşağıdan gelen bu ses dilindeki uyuşmayı hafifletti.

-Geliyorum aşkım hemen, 3 dakikaya oradayım.

Yataktan fırladı, doğru banyoya gitti, duş alacak vakit yoktu, saniyeler içinde yüzünü yıkadı, dişlerini fırçaladı, yüzüne kremini sürdü. Aynada geceliğine baktı, kırışıktı ama yine çok güzeldi, yakasındaki fransız danteller her durumu kurtarmaya yetiyordu. Dolabına koştu, gecelik bölümünde takımı sabahlığını aradı, bazı sabahlık ve gecelikler askılarından sıyrılıp yere düştüler, ‘Mary’i hep bunları askı kancalarına tutturmalısın diye uyarıyorum, dinleyen kim’ diye geçirdi içinden. Sabahlığını buldu, hızla giydi, tekrar banyoya koştu, yüzüne biraz allık ve dudağına açık pembe bir ruj sürdü. Kocasını güzel ve seksi bir görüntüyle uğurlamalıydı. Saçlarını karıştırıp hafifçe arkasında topladı, yüzüne bir kaç perçem döktü. En son kendini parfümledi. Çok güzel olmuştu. Acaba Maşa nasıl bir kadın olmuştu, ondan daha mı güzeldi. Bu arada burnuna kahve kokusu geldi, demek ki Mary kocasına kahvesini getirmişti, kahve kokusuna bayılırdı, burnu, nerde olsa o kokuyu algılardı. Bu yüzden alt kattaki kahvenin kokusunu buradan duyduğuna şaşırmadı, kahve kokusunu duymak için oldukça uzun bir mesafeydi aslında, sesler bile zor gelirdi yatak odalarına. Aynada elinde kahvesiyle kocasını görünce güldü. Pepa bu sabah çok yakışıklıydı , biraz fazla yakışıklı mı olmuştu, her zamankinden daha mı fazla özenmişti görüntüsüne! Kocasını Maşa karşılayacaktı. Eski çocukluk arkadaşı, aynı katta otururlarmış, anlattıklarından kocasının ilk aşkı olduğunu düşünmüştü hep. Kocası itiraz ederdi ama kesinlikle öyleydi ve karısını üzmemek ve endişelendirmemek için yalan söylüyordu. Kadınlar hissederdi. Kocası kahve fincanını lavobonun yanına koydu ve arkasından sımsıkı sarıldı, boynuna hoş bir öpücük kondurdu, ‘karıcığım yine ne güzelsin, seni çok seviyorum, kocan olduğum için çok sanşlıyım’. Bu sözler yüreğindeki yükü biraz hafifletti. Kocası onu seviyordu , Maşa ‘ya ilgi duyamazdı.

Birlikte aşağı indiler. Bugün kocasıyla gitmeyi çok istemişti ancak onun duruşmaları, kocasının toplantıları yine bir türlü boş zamanlarını çakıştıramamışlardı. Mirka son zamanlarda, yavaş yavaş işi bırakmalıyım, bize daha çok vakit ayırmalıyım diye düşünüyordu zaten, bu son olay onda bu isteği iyice artırdı ve yeni müvekkil almamalıyım artık diye düşünmüştü. Bu kararı almakta gecikmemiş olmayı umdu. Bugün kocasının yanında O’da olmalıydı, şimdi Maşa ile yalnız koca bir gün geçirecekti, eski anılar canlanacaktı.

-Mirka hayatım daha uyanamadın galiba kahven soğuyor, benim de çıkmam lazım, yolum uzun biliyorsun.

-Yok sadece bugünün nasıl geçecek onu düşünüyordum. Ben kahvaltımı seni uğurladıktan sonra bitiririm merak etme, benim biraz daha vaktim var.

Pepa kahvesinden bir yudum daha aldı ve masadan kalktı, Mirka’da onu takip etti. Şöför arabanın başında bekliyordu. Hava çok güzeldi. Nisan ayı hep çok güzel olurdu zaten. O da kocası gibi ilkbaharı çok severdi. Onları birbirlerine yaklaştıran ortak noktalardan biriydi bu ilkbahar sevgisi.

Kocasının arkasından el sallarken kalbindeki ağırlığı hisseti yeniden. Kahvaltısını bitirmedi, odasına çıkıp önce duş aldı, hazırlanmaya başladı. Pepa ile üniversite de tanışmışlardı. Üniversite yılda bir kaç kez alanında başarılı olmuş ilginç kişilikleri davet eder ve öğrencilerle sohbet toplantıları düzenlerlerdi. Pepa’ da bu toplantılardan birine konuşmacı olarak gelmişti. Genç yaşta saat yapımı alanında çok yeni buluşlar yapmış ve yarattığı markayı meşhur etmişti. Tanıştıklarında onun saatini takmak gençler arasında popüler olmaya başlamıştı. Şimdi ise kültürlü zenginlerin sembölü gibiydi.

Keşke bugünkü duruşmalarını diğer avukat arkadaşına bıraksaydı, gerçi duruşmalardan biri çok önemliydi ve karar verilecekti, mutlaka orada olmalıydı, olmalımıydı acaba gerçekten? Olmasaydı ne olurdu, tebrikler arkadaşına giderdi, olsun herkes biliyordu onun bu davada nasıl çalıştığını. Olan olmuştu, gecikiyordu.

Pepa araba camını hafif araladı, baharın taze kokusunun içeri dolmasını istedi.

-Klimayı kapat lütfen açık pencere gidelim.

Ortalık yemyeşildi, çimenlerin arasında nergizler, papatyalar ve adını öğrenip öğrenip yine unuttuğu mor çiçekler vardı. Bir leylek tarlanın ortasında bakınıyordu. Eyvah dedi kendi kendine leyleği yerde gördüm, hemen gökyüzüne baktı uçan leylek varmı diye, panikle etrafını iyice süzdü ama yoktu uçan leylek. Babasıyla gittiği Türkiye seyahatinde duymuştu ilk kez , ilk leyleği havada görürsen o yıl hep gezersin, yerde görürsen fena, evdesin. Mavi yolculuk yaptıkları yatın kaptanı anlatmıştı. Bir öğleden sonra yatın güvertesinde çaylarını yudumlarken üstlerinden leylek sürüsü geçmişti. Pepa bu görüntüye bayılmış, ayağa fırlayıp leylekler diye bağırmaya başlamıştı. Kaptan o zaman Pepa’ya ‘çok şanslısın hepsini havada gördün, bu yıl sana oturmak yok ‘demişti. İnsan çocukken duyduğu öğrendiği şeylerin etkisinden çıkamıyor diye düşündü Pepa, bir yandan da bir umut uçan leylek aramayı sürdürdü.

3 saatlik bir yolculuktan sonra köye iyice yaklaşmışlardı. Eskiden olsa sınırda çok oyalanabilirlerdi, pasaport kontrol, nerden nereye gidiyorsunuz gibi sorular. Şimdi artık çok rahattı, koca Avrupa bir ülke olmuştu sanki. Bütün iç sınır kontrol bölgelerini kaldırmışlardı. Gençliğinde biri ona bunu söylese hayal görüyor yada aklından zoru var diye düşünürdü herhalde. Çocukluğundan bugüne ne çok şey değişmişti, aslında dünya tümüyle değişti diye düşündü. Daha önce hayal bile edemiyeceği neler olmuştu. Mesela şu internet işini hala tam anlayamıyordu. Aklına çiçekli elbiseli öğretmeni geldi. Saatin çalışmasını nasıl kolay anlatıvermişti. Zaten saatelere ilgisi ve sevgisi o zaman başlamış ve zamanla onda tutku halini almıştı.

Bugün yıllardan sonra Maşa ile karşılaşacaktı. Belediye başkanını aradığında Maşa tesadüfen yanında olmasaydı belki onu hiç görmeden köyden ayrılacaktı. Belediye başkanıyla konuşurken , ‘burada siz yaşlarda bir hanım var, Maşa, belki tanırsınız onu’ demişti. O anda çocukluğundakine benzer bir başdönmesi hissetmişti Pepa. Şimdi en büyük korkusu Maşa’yı görünce yine heyecanlanma olsılığı idi. Karısını çok seviyordu, ona çok aşıktı, üstelik kızlarının da annesiydi, kızlarına da bayılıyordu Pepa, kızları okumaya Amerika’ya gitiklerinden beri burnunda tütüyorlardı Pepa’nın. Karısı aynı zamanda kızlarının da bir parçasıydı. Yine de ta çocukluğundan edindiği tecrübe herşeyin daha çoğunun olabileceği idi.

Araba köye girdi, tabela hala aynı yerinde, yıllar içinde bir kaç kez boyamışlardır diye düşündü. Köy hemen hemen hiç değişmemişti. Herşey yerli yerindeydi, burada zaman durmuştu sanki. Sadece bazı evlerin rengi değişmişti, daha bakımlı görünüyorlardı, nerdeyse çitler bile aynı diye düşündü.

Biraz sonra sağda bütün haşmetiyle okulu göründü, çok yaşlı bir kraliçeye benzetti okulunu. Asaleti aynı ama kırışık içinde, cildi kurumuş, saçları çatallaşmış, gözleri soluklaşmış bir kraliçe.

Okulun sıvaları büyük oranda dökülmüştü, rengi çok solmak ve kirlenmekle beraber aynıydı, hardal sarısı. Çerçevelerin çoğu kırılmıştı, iç çerçeveler ve camlar hala sağlamdı ama. Üst katta büyük bir alanda duvar çatlamıştı. Çatısı yosun içindeydi, bahara uygun olarak yosunlarda yeşermişti. Saat kulesi yine bütün haşmetiyle yerli yerindeydi. Saatin akreple yelkovanını göremedi. Sakın saat yok muydu! Yok olamaz diye düşündü, zamanla akrep ve yelkovan çürüyüp düşmüştür diye avuttu kendini. Bu konuyu fazla düşünmeden okulunu incelemeye devam etti. Bahçe de haraptı, bahçenin ön duvarı yıkılmıştı. Arkadaki orman sanki azalmış mıydı, orman sağlı sollu ve arkaya doğru uçsuz bucaksız uzanıyordu diye hatırladı, gerçi ağaçların boyu çok ama çok uzamıştı.

Göl de aynı yerinde ve aynı görüntüdeydi, sadece herşey gözüne pek bir küçük geldi. Bu duyguyu daha önce de yaşamıştı. Çocukken ayrılıp, büyüdüğünde tekrar döndüğü ortamlar hep hayal ettiğinden küçük gelirdi insana. Zaten göreceli olarakta küçülmüş olurdu herşey. Okulunun karşısındaki göl ona uçsuz bucaksız gelirdi o zamanlar, en çok ona şaşırdı, yüzmeye kalksan 10 kulaçta geçebileceğin kadar minik bir göl.

Gölün diğer kıyısında oturdukları evi aradı gözleri, dikkatli bakınca evin şeklinin çok değiştiğini güzel bir çiftlik evine dönüştüğünü fark etti. Ev halinden memnun muydu acaba, önce malikhane sonra onlarca insanın oturduğu apartman şimdi de bir çiflik evi. Rejim değiştikten yani demokrasi geldikten sonra bu bölgeye çok Alman gelmiş ve evler satın almışlardı. Zaten burası savaştan önce Almanların bölgesiydi, tekrar dönmelerini çok doğal buldu Pepa. Oturdukları malikhaneden bozma apartmanı da bir Alman aile almıştı. Emekli olunca tamamen yerleşmeyi planlıyorlardı.

Okulun önünde tasmasında kocaman bir siyah köpek tutmuş halde bir kadın duruyordu. Bu Maşa idi. Çocuklukta ki yüz ifadesi aynı duruyordu, biraz afacan biraz utangaç . Biraz fazla mı yaşlanmıştı? Köy yaşantısının ve açık doğanın tüm etkilerini taşıyordu. Duruşu çok sağlıklı ve dimdikti ama örtü kırışmış ve kurumuştu çok.

Pepa arabadan indi, Maşa ona doğru gülerek gelmeye başladı, Pepa’da eski bir arkadaşı görmüş olmanın verdiği sevinç dışında hiç bir etki yapmadı bu durum, derin bir nefes aldı. İlk bölüm kazasız atlatılmıştı. Maşa yaklaştıkça yüzündeki çizgiler ve kuruluk daha da fark edilir hale geldi. Mavi gözleride daha solgundu, hatırladığı kadarıyla derin koyu maviydiler çocukken, şimdi açık pastel bir maviye dönmüştü gözleri. El sıkıştılar, Masa’nın elleri kuru ve sertti. Karısının ellerini ve cildini düşündü. Evet Maşa’dan gençti ama yine hiç mukayese edilemiyecek kadar duru, yumuşacık, şeffaf denecek kadar ince bir tene sahipti karısı.

Pepa’lar Almanya’ya sığındıktan kısa bir süre sonra Maşa’nın babası vefat etmişti. Doktorlar kalp krizi demişti ama bazı söylentilere göre de Maşa ‘nın babası rejim karşıtı çalışmalar yapıyordu ve rejim onu eczanesinde gizlice zehirlemişti. Çevresinde bu kadar sevilen ve bu kadar faydalı hastane eczacısını tutuklamak, yargılamak istememişler, tepki olmasın diye zehirleyip olaya kalp krizi süsü vermişlerdi. Babasının ölümünden sonra Maşa’lar çok kötü günler geçirmişlerdi. Annesi yakınlardaki tuğla fabrikasına işçi olarak girmişti, odalarından birini ellerinden almışlardı. Yıllarca bir göz odada annesinin kazanabildiği kadarıyla yaşamışlardı. Maşa’nın ağabeyi evlenmiş ve başka bir şehre yerleşmişti. Maşa liseden sonra okumamış , yine kendisi gibi liseden sonra okumamış kocasıyla evlenmiş ve annesiyle aynı apartmanda yaşamaya devam etmişti. Bir de oğlu olmuştu. Annesi öldükten bir süre sonra kocası bir gün onları terk edip gitmişti. O arada rejim değişmiş ve özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Maşa şimdi erkek arkadaşı ve demir sanatçısı olan oğluyla yine bu köyde oturuyordu. Köyden bir ev ve ahır almışlar, çok güzel onarmışlardı. Maşa’nın 3 tane arap atı vardı. Kendisi yakındaki meşhur birahanede muhasebe bölümünde çalışıyordu. Erkek arkadaşı evin herşeyinden sorumluydu, hatta evin büyük bölümünün tamiratını da o yapmıştı. Maşa’nın topladığı eski mobilyaları da o adam etmişti. Maşa’nında ondan bir beklentisi olmadığına sevindi, artık rahatça iletişebilirlerdi.

Ayaküstü kısa haberler alınıp verildikten sonra Pepa heyecanla okulun eski kırılmış kapısından içeri girdi. Okul tam bir harabeye dönmüştü. Pepa’lar Almanya’ya sığındıktan bir süre sonra köyün genç nüfusu iyice azalmış ve doğal olarak ta çocuk ta pek kalmamış, bu nedenle okulu kapamışlar eve çevirmişler. Bu durum okulun içinde daha önce olmayan duvar ve kapılardan belli oluyordu zaten. Şükür ki tavanlarını yine de alçaltmamışlardı. Alçak tavan Pepa’da adeta bir korku halini almıştı. Alçak tavanlı mekanlarda bulunmayı hiç sevmezdi, yaşamayı ise asla düşünmezdi bile. Sağdaki kapıdan içeri girdi, bu kapı hatırında kaldığı kadarıyla böyle değildi, çift kanatlı büyük bir kapı hatırlıyordu, tahta pervazları olan, şu anda girdiği kapı küçük ve demir pervazlıydı. Bu görüntü kominist rejim zamanında eve çevrilmiş tüm binalarda aynıydı. Demir pervaz, küçük basit kapılar, tenekeye benzer kapı kolları. Burası onların spor yaptıkları yerdi. Bu oda arkada daha küçük bir odaya açılırdı ,o odada paralel vardı, paralelde akrobatik hareketler yaparlardı. Bir keresinde Pepa paralelden sırt üstü düşmüş ve bir hafta okula gelememişti, sırtı çok ağrımıştı. Şimdi bile hala nemli, yağmurlu havalarda sırtındaki aynı bölge sızlardı. Pepa hızlı adımlarla arka odaya girdi, paralel oradaydı, gözleri doldu ve hatta iki damla yaş bile düştü gözlerinden. Öğretmeni ne olmuştu acaba. Maşa, ‘okul kapanınca onu başka okula tayin ettiler sonra bir daha hiç görmedim’ dedi.

Yola çıktığından beri Pepa’nın aklının derinliklerinde okulun dev saati vardı. İçindeki heyecanın en büyük nedeni herşeyden çok saati tekrar göreceğiydi. Belediye başkanıyla konuşurken canı saatten hiç bahsetmek istememişti, saati ve çanı hiç sormamış, konusu açılır korkusuyla ilgili kelimeleri bile sarf etmemişti. Saat ve çanla ilgili tüm bilgiyi okuluna gidince yerinde öğrenmek istemişti. Şimdide saatle karşılaşmayı nedense habire geciktirecek hareketler içindeydi, spor odasından çıkıp karşıdaki personel bölümüne, oradan sıcacık ekmek ve çöreklerin yapıldığı fırın odasına gitti. Fırın aynı yerindeydi, burnuna annesinin erikli kekinin kokusu geldi. Evlerinde fırın ortaktı ve bazen sıra bir türlü gelmezdi. Böyle zamanlarda annesi okula gelip bir kısmını da okul çalışanlarına vermek kaydıyla erikli keki bu fırında pişirirdi.

Fırının bulunduğu odadan çıktı, arkaya ek bir bina yapıldığını fark etti. Buraya ortak tuvalet ve banyoları koymuşlardı. Çocukluğunda ki gibi diye düşündü, sadece fırın değil banyo ve tuvalet kuyrukları da olurdu diye hatırladı. Berlin’deki malikhanelerini yaptırırken her odaya tuvalet ve banyo koydurmak istemiş mimar itiraz etmişti, o yine de her odaya özel tuvalet ve banyo koydurmuştu. Bunlar geçmişte kaldı diye düşünerek üst kata yöneldi , üst katın koridorunda durdu, sağdaki odaya girecek oldu, koridorda çanın yıpranmış, tiftik tiftik olmuş halatını gördü, demek çan yerindeydi, halatı hala burada olduğuna göre diye düşündü ve artık saate kavuşmayı daha fazla ertelemek istemeyerek çatının merdivenlerini hızlı adımlarla çıktı. Hızına Maşa yetişemedi, bu yüzden Maşa’nın ‘saat yerinde değil’ sözlerini de işitmedi. Çatı katına çıktı, saatin bölmesi yerli yerindeydi, kapısı açıktı, kapının açık olması Pepa’yı çok endişelendirdi, kapının üstündeki büyük kilitte yoktu, yerinde sadece bir zamanlar burada bir kilidin olduğunu belli eden delikler vardı. Aynı süratle açık olan kapıya yöneldi, devin yerinde sınıf sobalarının kırılmış parçaları ve kara tahtalarını tutan üçgen ayak vardı, kafasını yukarı kaldırdı, çan da yoktu. Maşa’nın ‘saati ve çanı kilise aldı’ sözleri kulağında çınladı, Maşa sanki başka bir dünyadan konuşuyor gibiydi.