Kuşluk Vakti Cinayet

Kuşluk Vakti Cinayet

Uzaklardan gelen sabah ezanı ve havlayan köpeklerin sesinden

başka bir şey işitilmiyordu. Kupkuru sonbahar güneşinin cansız

ışıkları iskeleti çıkmış çınar yapraklarının arasından süzülüyor, köyün

meydanına bırakılmış cesedi turuncu renge boyuyordu. Bu haliyle

ceset uyuyan bir adama benziyordu. Belden yukarısı çıplaktı ve

göğsünü saran kıllar sabah rüzgarında ait oldukları bedenin ölmüş

olduğundan habersiz salınıyorlardı. Adsız tekir kedi cesedi kuşkuyla

süzerken tiz bir bebek ağlaması köyün sokaklarını hareketlendirdi. Bu

bebekte mi öksüz kalmıştı yoksa? Bu köyde bebekler hep öksüzdü

sanki. Bir yandan kan davaları bir yandan toprak ve özgürlük kavgası

köyde insan bırakmamıştı, ya göçüyorlar ya ölüyorlardı.

Ferhat ta bu sonu belli olmayan hayattan bıkmış ve köyünü

terketmişti on yıl önce. Ancak babasının ölüm döşeğinde olduğunu

duyunca anasının ısrarıyla tekrar dönmüştü. Bu sefer kurtulamadı

yazgısından. Anası böyle olacağını bilseydi çağırır mıydı Ferhat’ını?

Üniversitede uluslararası ilişkiler okumuştu. Okulda çok başarılıydı, arkadaşları ve hocaları

onu ayrı bir severlerdi. Efendiliği, yiğitliği, alçak gönüllüğü ile ayrı bir

yeri vardı. Okurken etliye sütlüye hiç bir şeye bulaşmamıştı, hem

çalışıp hem okumuştu. Kendi kökeninden gelenlerden özellikle uzak

durmuştu, sakin tutarlı bir hayat istiyordu, evi olsun yuvası olsun

çocukları olsun istiyordu. Çocukları şehirli çocuklar gibi kolejlerde

okusun iyi yaşasınlar, kendisi gibi korku içinde büyümesinler

istiyordu. İstiyordu ama bu isteği nedense derinlerden çıkmıyordu,

aklı ona öyle diyordu. Gönlüne uyup vazgeçmemek için yemin etmişti,

köyüne asla dönmeyecekti. Unutacaktı geçmişi; ama olmadı, anasını

kıramadı, döndü köyüne. Anası ‘oğlun korkak, şehirli çocuğu oldu,

yazıklar olsun oğluna’ ithamlarından çok bıkmıştı, utanıyordu köy

içinde. Oğluna ‘baban ölüyor, gel ne olur, gel hem babanı uğurla hem

de korkak olmadığını göster, eğik başımı kaldır’ demişti. Anasıydı,

çiğneyemezdi onu. Yeminini çiğnedi. Aslında dönerken hissediyordu

bunun son dönüşü olacağını.

Minibüs köyün meydanında durdu, yol boyunca fısıldaşmışlardı,

nihayet biri ‘sen Mehmetlerin Ferhat’ı değil misin? Hoşgelmişsin’

deyiverdi. Ferhat’ın içinde bir rahatlama oldu, köy onu kötü

karşılamayacaktı anlaşılan. Minibüsten indi, on yıl önce olduğu

gibi kahvede erkekler kağıt oynayıp sigara içiyorlardı, muhtemel

kadınlar da son ekinleri biçiyorlardı şu saatlerde, birazdan hepsi

evlerine gelecek, akşam sütünü sağdıktan sonra yemek yapmaya

koyulacaklardı. Kahveden bir iki kişi fark etti Ferhat’ı; ama birşey

demediler, belki de emin olamadılar, nede olsa aradan on yıl

geçmişti, giderken tüysüz bir delikanlıydı, şimdi ise bir adam.

Köyün meydanında şehirdekilerin kötü kopyası bir market bir de hamburgerci açılmıştı. Marketin kasasındakini tanıdı Ferhat; Hüseyin Efendi, eski bakkal. Acaba market onun muydu, yoksa mecbur kalıp kasiyer mi olmuştu?

Evlerine giden yola doğru koyuldu, yollar yine topraktı eskisi gibi,

on yılda bir taş bile döşeyememişlerdi, her geçen arabada toz yutmaya

devam ediyorlardı. Köşeyi dönünce Leylalar’ın iki katlı taş evlerinin

yerinde beş katlı sıvasıyla duran bir apartman dikildiğini gördü. Kaçışı

yoktu, köyler de bu sahte modernleşmeden paylarını alıyorlardı.

Acaba Leyla ne yapıyordu, muhtemel varmıştı birine o da, birazdan

tarladan gelecekti belki de sırtında bebesiyle. İkinci köşeyi dönünce

bir de pizzacının açıldığını fark etti, canım pideler lahmacunlar

dururken bu hamuru köpük lahmacun bozuntusu pizza buraya da

gelmişti. Biraz ileride, yakınlarda çıkan bir çatışmada camları kırılmış,

duvarlarında kurşun izleri olan evi gördü. Geçen ay gazetelerde

okumuştu, köyünde hücre evi ! Pek inanmamıştı, köy o kadar küçük

ve o kadar ortalıktaydı ki, saklanmak, hücre evi kurmak için seçilecek

son yerdi ona göre. Kim bilir ne hesabı vardı kara güçlerin yine.

Aklı almıyordu Ferhat’ın tüm bu işleri. Yıllardır süren çatışmaları,

ölenleri, yetimleri, dul kalanları. Hiç bir şey değişmiyordu. Ne

yaşam koşulları, ne hakları. Bir iki değişiklik yapıyorlar gibi oluyordu;

ama gerçek hayat koşulları hep aynı kalıyordu. Acaba onun yaptığı gibi

kaçmamak, gerçekten savaşmak mı gerekiyordu? Peki öyleyse onca

savaşana rağmen geçen otuz yılda niye hiçbir şey çözülememişti?

Acaba ‘bu sadece silah tüccarlarının ve petrol avcılarının oyunu,

sizler piyonsunuz’ diyenler doğru mu söylüyorlardı, yoksa onlar da mı

kandırmaya çalışıyorlardı? İstanbul’da bu konuda çok kitap okumuştu;

ama kimin doğru söylediğine karar verememişti bir türlü. Soramamıştı da

kimseye hiçbir şeye bulaşmamak için. Fakültedeki derslerden bir

şeyler çıkarmaya çalışmış, ama onlara da tam güvenememişti. Hiç

kimseye güvenemeden büyüyünce, birilerine güvenmek

mümkün olmuyordu. Belki bu tarifleyemediği duygu kararsızlıktı, evet,

kararsızlık onun hep en büyük sorunu olmuştu.

Kapının tokmağını vurdu Ferhat. Tokmak aynı tokmaktı, duvarlar

kireçle yeni badalanmıştı, muhtemel anası Ferhat’ı geliyor diye eve

bir çeki düzen vermişti.

Kapıyı anası açtı, oğluna ağlayarak uzun uzun sarıldı hiçbir şey

söyleyemeden. Neden sonra onu içeri aldı, on yıl olmuştu anasını

görmeyeli. Elleri daha bir nasırlanmış, zaten güneşten kavruk yüzü

daha bir kavruk olmuştu. Yemenisinden görünen saçlarına aklar

düşmüştü, aklara kına yakmıştı, farkında olmadan şehirdeki kırmızı

saçlı aykırı kadınlara benzemişti biraz. Zümrüt yeşili gözleri solmuş

muydu, yoksa çok ağlamaktan mı öyle görünüyorlardı? Anasının

güzelliği bütün köyde konuşulurdu, simsiyah saçları, zümrüt yeşili

ceylan gözleri, incecik beli dillere destan olmuştu bir zamanlar. On

yıl önce köyü terkettiğinde hala anlatırlardı anasının güzelliğini.

Babası onu daha on dörtken kaçırmıştı, başlık parasından böyle

kurtuluyordu delikanlılar köyde. Aslında anasının gönlü komşu oğlu

Baran’daydı. Baran’ın babası ileriyi görmüş, onu okumaya yollamıştı,

Baran da bir daha geri dönmemişti. Babası Baran’ı desteklediği için de kimse

ona ‘korkak, şehirli oldu’ diyememişti. Acaba Baran’ın oğlu olsaydı

nasıl bir hayat yaşıyor olurdu şimdi?

Anası hala konuşamıyordu, onu oturma odasına yöneltti. Babası

oturma odasında yatıyordu, kız kardeşleri henüz tarladan

dönmemişlerdi. Onlar da çok kırgındılar Ferhat’a. Evin tek oğlu nasıl

çekip gidebilirdi böyle? Çok büyük hazsızlıktı bu. Giderken babası

da darılmıştı ona, ‘bir daha dönme, benim böyle bir oğlum yok’

demişti. Tepkisi ne olacaktı acaba? Doğru babasının yanına gitti,

telaşı boşunaydı; babası yaklaşık bir aydır kimseleri tanıyamıyor ve

konuşamıyordu zaten. Ferhat’a boş boş baktı, biraz huzursuzlandı,

acaba tanıdı mı diye düşündü Ferhat. Babası kendisini ifade

edemediğine göre bunu hiç bir zaman anlayamayacaktı. Zaten

geldikten iki gün sonra babası göçtü bu dünyadan. Artık istanbul’a

dönmesi iyice zorlaşmıştı, evin tek erkeği o kalmıştı. Bir yanı ‘herşeyi

bırak İstanbul’da yeni yaşamına dön, sen ananın, kardeşlerinin

yazgısını değiştiremezsin’ derken, diğer yanı ‘bunu onlara yapamazsın

burada hep birlikte yazgınızı paylaşmanız gerekiyor’ diyordu. Onca

okuyup çalışmıştı, hepsi boşa mıydı? Belki de köyde öğretmenlik

yapıp köyü biraz aydınlatabilirdi, belki bu şekilde ölümlere bir dur

diyebilirdi. Aslında hepsi cahillikten değil miydi?

Babasını köyün mezarlığına gömdüler, bütün köy oradaydı. Ferhat’ın

dönüşüne köylü şaşırmamıştı, tepkili değillerdi, o yokken anasını çok

üzmüşler ama dönünce aynı cesareti Ferhat’a gösteremişlerdi.

Günler geçiyor, Ferhat her geçen günle daha da çok sıkılıyordu. Köyde ne yapacağını henüz

kestirememişti, tarladaki işler de bitmiş kış iyiden iyiye bastırmaya

başlamıştı. Yakında kar gelecek deniyordu. Böyle soğuk bir günün

akşam üstünde kapıları vuruldu. Ferhat açtı kapıyı, Helin kapıdaydı,

Aranlar’ın kızı, ‘Ferhat ağabey babam seni çağırıyor’ dedi. Aran

köyde söz sahibi bir ailenin büyük oğluydu. Ferhat’tan biraz daha

yaşlıcaydı. Ferhat sanki bu çağrıyı bekliyormuş gibi hiç şaşırmadan

kabanını giydi ve Helin’in peşi sıra Aranlar’ın yolunu tuttu. Eve

vardıklarında Aran kapıda karşıladı onu. Çok sıcak bir karşılamaydı,

aynı zamanda da tedirgin edici. Ocağın başında dört kişi çayla sigara

içiyordu, içerisi dumanaltıydı. Ferhat hiç sigara içmemişti bu güne

kadar, sevmiyordu bu dumanı, bu kokuyu. Dördü birden kurdukları

bağdaştan ayağa kalktılar, Ferhat’a ‘hoşgelmişsin’ dediler. Bir iki hoş

beşten sonra Aran nihayet söze girdi. Uzun tartışmalar sonunda evinin yolunu tuttu. Karanlık iyice bastırmak üzereydi,

havada ayaz vardı, ayın etrafında bir hale oluşmuştu, manzara çok

güzeldi, İstanbul’da olsa hemen boğaza gidilir, rakılar açılır, balıklar

yenir, koyu sohbetler edilirdi. Burada ise ortalık kan kokuyordu.

Sanki aynı memeleket değildi, sanki arada kalın koca bir sınır vardı,

herşey başkaydı burada.

Askeri helikopterin pervanesinin rüzgarı ile anaların mavili,

pembeli entarileri, yemenileri uçuşuyordu, bir yandan evlatlarının

cesetlerini çalıdan yapılmış sedyelere yüklüyorlar, bir yandan ağıt

yakıyorlardı. Çatışmada ölen bu köy gençlerini, belkide evlatlarının

ölüsünü taşımaları için analara yardım eden askercikler vurmuştu,

kimsenin kimseden haberi yoktu, insanlar kum tanecikleri gibi

emir rüzgarlarında sorgulayamadan uçuşuyorlardı. Bu sefer sıra

onlardaydı, sanki bir oyundu bu, bir asker anaları feryad ediyordu, bir

onlar, bazen de feryad eden asker anası onlardan oluyordu ama hiç

bir şey değişmiyordu, sadece analar feryad ediyordu.

Üç gün önce gelmişti bilinmeyen karanlık bir yerden emir.

Kızıl Karakolu basılacaktı, Ferhat Aranlar’a katılalı bu üçüncü baskın

olacaktı. Ne yaptıysa baskınlara engel olamamıştı, ne çok asker

ölmüş, ne çok ana ağlamış, ne çok evlat yetim kalmıştı. Bu yol akıl yoluydu,

gönül yolu değildi, Ferhat artık iyice anlamıştı, bu yazgıyı birileri

yazıyordu ve onlar oynuyordu. Üçüncü baskına engel olmalıydı;

yazgıyı, yani oyunu değiştirebilirdi belki. Belki ölümlere engel olabilirdi.

Hemşerilerinin öleceğini hiç düşünmemişti haber verirken, kan

dökülmez sanmıştı. Kendisini yaşatmayacaklarını biliyordu, zaten

o da böyle yaşamayı çok anlamsız buluyordu, kendini hiçbir yere

ait hissetmiyordu. İçinde hiçbir zaman yaşama sevinci olmamıştı,

hem köyünde hem İstanbul’da çok uğraşmış ama bu duyguyla

tanışamamıştı. O yüzden aşık bile olamamıştı. Bu sefer canı pahasına

askere haber uçurdu. Ondan bu sefer köyün anaları ağlıyordu.

Birazdan köy halkı uyanıp köy meydanına varınca, onun anası da

ağlayacaktı.